5 Ekim 2018

YANMAK

Ekim 05, 2018

YANMAK


Yanmak.
Tesirli bir kelime. Kor olmak, ateş olmak, kül olmak, köz olmak, kavrulmak, evrilmek.

Evet, evrilmek bir bakıma yanmak. Kül olunsa bile yeniden yeniden doğmak. Güneş olmak. Gökyüzü gibi karanlıkken bile ışıklar saçmak. Ve aydınlanmak yine, yeniden, defalarca ve bıkmadan. 

Birikti birikti. Doldu bardak. Taştı, aktı. Tutmadım. Bir kaba sığdırmaya çalışmadım kendimi. Hep taştım ben. Belki. Kalıplar ya dar geldi ya da bol. Olmadılar, olduramadılar bir türlü beni. Sığdıramadılar çerçevelere. Ya çerçeveler büyüktü ya da ben küçücük kaldım, görünmedim. Yahut çok küçüktü çerçeveler, bir yanı soksalar bir yanı sokamadılar. Belki de ben yapmalıydım kendi çerçevemi. Yahut çerçeve olmasa ne olurdu? Yaşam devam ederdi hem de hiç eksik kalmazdım. Eksiklik bir bakış açısı değil miydi? Bakış açıları eksikti belki. Yargılar vardı ve ön yargılar. Önceden yapılanlar yani bilmeden etmeden atıp tutmalar. Tutamadılar belki. Tutturamadılar kıvamını. Tadı kaçtı her şeyin. 

Samimiyet. Söylemesi bile ışıl ışıl. Ne sıcak kelimeydi bir zamanlar. Şimdi acı bir ilaç gibi. Herkesin içmesi ve iyileşmesi gereken. İyileşmek. Daha mutlu görünmek değil ki. Mutlu görünmek diyorum. Çünkü mutlu değiliz. Öyleymiş gibiyiz. Gibi gibi. Yalan yere, yok yere, hiç yere. Yerin dibine battık da burası ne eğlenceli, ay bu çok tatlı, ay ne güzellik, vay maşallah, ay paşa, vay yakışıklı. Eh yeter be! Dur desin biri bu yapış yapışlığa. 

Sosyal medya.
Kullansan bir dert kullanmasan bir dert. Dozunu ayarlayıp zehirlenmemeye gayret gösteriyorum. Aşırı doz alıp yalan olmak istemiyor, uzak kalıp yaşadığımız dönemden de kopuk olmak istemiyorum. E yani geriye dozunda kullanmak kalıyor. Bununda bir ölçüsü yok. Sen bilebilirsin ancak bunu. Çok hassas bir ayar sanki.

Yanmak diyordum aziz dostlar. Halimize mi desem, ruhumu tanıma serüveni mi desem, yaşam böyle bir şey mi desem. Ne desem yetersiz olacak.  Yeterlidir belkide. 

Sahi Sevgi ile...




Yaşamak yanmak demek, alev alev yanmak. Ağlamak demek yaşamak. Bütün kirlerinden arınmak ve tekrar kirlenmek demek.
Cemil Meriç /Jurnal cilt .2 



22 Eylül 2017

ŞÜPHE

Eylül 22, 2017

ŞÜPHE


Yanılmak ömür boyu.
Ölmek sadece bir an,
Kırmak sadece bir an.
Kırılmak ömür boyu.

Sevginin yakıcılığı karşısında kayıtsız kalamayan zehirli dil.
İnsan yüreğinin şeffaf bir zar kadar hassas olan yapısı.
Gözlerin şeytandan kaçıp durması, oradan oraya, boş ve telaşlı..

Anlamak, anladığını - zorda olsa- anlatmaya çalışmak, ya anlatamamak ya da anlaşılmamak, sonra anladığından şüphe duymak, sonra kendinden, gözlerinden, gönlünden şüphe etmeye başlamak. Sonra yangın, her şey yakıcı, her söz iğneli, her bakış suçlu, her hareket kızgın, kırgınlığın ateşini saçan kızgınlık görünümlü kırgınlık.

Ağlamak, ağlayamamak, alışamamak, sahte ve ruhsuz davranamamak, üstelik bunu yapmanı istemelerine rağmen.

Dünya ve hayat ve insan ne tuhaf!
Akıl ve gönül olarak anlamaya erişemiyorum. Eremiyorum. El süremiyorum; Anlamanın eşsiz deryasına ve sonsuz sancısına. 

Şüphe öldürür.
Şüphe ölene dek süründürür.
Hayatın elmas uçlu tırnakları arasında, oradan oraya, her seferinde bir çizik, bir yara..
Asla sonu gelmeyen bir dolap, dönme.
Sonsuz döngülerde boğar,
Şüphe...


Sahi Sevgi ile...

30 Ağustos 2017

YEŞİL GÖZLÜ KUŞ

Ağustos 30, 2017


Sabahın ilk ışıkları ile gözlerini açtı. Hafifçe doğrularak perdesi yarı açık pencereden gökyüzüne baktı. Gözleri dün gece ağlamaktan şişmiş, kızarmış hatta neredeyse morarmıştı ve ister istemez zar zor açabiliyor, açarken acıyor, ışığa her zamanki gibi tahammülsüz bir şekilde gözlerini kısıp bakıyordu. Bakışlarında umut arar gibi bir hal vardı. "Bugün her şey bambaşka olacak değil mi?" demek istiyordu.
-Bugün yeni bir gün ve yeniden başlayacağım hayata değil mi? En başından, en temizinden, en güzelinden bir ilk adım atacağım. Her şey yoluna girecek ve ben ayağa kalkacağım, düşmemek üzere dimdik duracağım tüm kötülüklerin karşısında.

Pencereye arkasını dönüp anne karnındaki bir bebek gibi ama kendine sarılan bir bebek gibi kıvrıldı. Sağ eliyle sol kolunu sol eliyle sağ kolunu tırnaklarını geçirerek sıktı. Kendine sanki evladı kendi evladı gibi sımsıkı sarılmış, bırakmak istemez bir halde ve aynı zamanda kendi elleriyle canını almaya çalışır gibi, bedenine geçirdiği tırnakları aslında ruhunun kafesinin parmaklıklarını tutuyormuş gibi duruyordu. Gözlerini yumdu, dişlerini alt dudağına koparırcasına geçirdi, kendini öyle çok sıkmıştı ki neredeyse ruhu çıkacak ve ölecekti. Sol gözünden burnuna oradan yastığa doğru bir damla düştü. Az önce yeniden başlayacağım diyen kadından eser kalmamıştı hemde dakikalar içerisinde. 

Güliz, açık kahve rengi, küt kesilmiş saçları, iri ve yeşil gözleri, çıkık elmacık kemikleri olan pembe yanakları, dolgun ve kırmızı dudakları, oval ve harikulade denecek kadar güzel beyaz bir yüzü olan, zayıfça bir kızdı. Duruşunda her an kırılıp düşecek bir zayıflık vardı. Bu kadar güzel bir kızın bu kadar kendine güvenmeyen hali çevresi tarafından hep tuhaf karşılanıyordu. Güliz hiçbir zaman güzelliğini önemsememiş, ön plana çıkarmaya çalışmamış hatta neredeyse farkına bile varmamış gibiydi. Belkide bu yüzdendir hayatında hiç erkek arkadaşı olmamıştı. Olmasını istememişti. Yahut aklına bile gelmemişti. Tek derdi babasının da vasiyet ettiği gibi okumak, başarılı olmak ve kendini insanlara yardım etmeye adamaktı.

Gözyaşları ile ıslanan kirpiklerini araladı, yüzünde yüz yıllık yorgunluk ve alnında genç yaşına rağmen yüz yıllık çizgiler vardı. Geçmişi düşünmekten vazgeçemiyor, düşündükçe ağlıyor, ağladıkça kendini hırpalıyor, sesini bile çıkartmadan hıçkırıklarını tüm gücüyle tutmaya çalışarak eriyip giden kar taneleri gibi yok oluyordu. Bir insanın geçmişinde büyük yaraları varsa ve bu insan sadece duygudan oluşuyorsa sağlıklı ve normal bir birey olması beklenemezdi, beklenmemeliydi.

Saatlerdir yataktan çıkmamış, olduğu gibi kalmış, ağlamış, düşünmüş ve tekrar ağlamıştı. Aniden, sanki ocakta yemeği unutmuş gibi yataktan fırladı. Hemen kırmızı terliklerini giyip üzerine bir hırka alıp çıktı odadan ve salona doğru koştu. Banyoya doğru yöneldi ama banyonun kapısı kilitli ve içeriden su sesi geliyordu. "Anne!" diye bağırdı Güliz, ses gelmedi. Güliz bir kaç kez daha kapıya vurarak annesine seslendi ama ne bir cevap geliyor nede bir tepki veriyordu annesi. Evde minik munchkin kedisinden ve annesinden başka kimse yoktu. Güliz ne yapacağını bilmez halde bağırmaya ve kapıyı tekmelemeye başladı. İçine inanılmaz bir sancı, tarif edilmez bir acı saplanmıştı. Aklına gelen senaryolar onu iyice paniğe ve delirmeye sürükledi. Hemen evden çıkıp üst kattaki Gülşen Hanımın kapısını çaldı.Gülşen hanım evde yoktu. Güliz bir yandan ağlıyor bir yandan deli gibi oradan oraya koşuyor ama apartmanda kimse kapısını açmıyordu. Sanki dünya üzerine kalan son insan gibiydi. Güliz sonunda elleri titreyerek telefona sarılıp ambulans çağırdı, ses tonunda acının her rengi vardı. Adresi doğru verip vermediğini bile bilmiyordu. Yaşadıkları şehirde hiçbir tanıdıkları yoktu. Buraya gelme sebepleri de buydu, hayata yeniden başlamak.

Ambulans sonunda geldi ve iri yarı bir adam eski ahşap evin yamuk banyo kapısını kısa sürede kırmayı başardı. Güliz adamı ittirmeye çalışarak banyoya girmeye çalışıyordu ki sağlık görevlileri hemen kollarına yapıştılar. Güliz sinir krizine girmiş, her yere tekme atıyor, onu tutanları ittiriyor, bağırmaktan kısılmış ince sesiyle anne diye bağırıp duruyor ve kendine zarar veriyordu. Sağlık görevlileri hemen sakinleştirici bir iğne yapıp onu koltuğa yatırdılar.

Sabahın ilk ışıkları ile gözlerini açtı. Her yer bembeyaz ve yabancıydı. Güliz yavaşça gözlerini açmaya çalıştı,etrafına baktı ve nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Üzerinde tuhaf bir kıyafet, elinde yeşil bir intraket ve ayakları elleri yatağa bağlıydı. Tüm vücudu uyuşmuş, istese bile kıpırdayacak halde değildi. İri yeşil gözleri o kadar şişmişti ki neredeyse hiç açamıyordu, kollarında çizikler, bacağında morluklar, sağ ayağının bir parmağı sargıya alınmıştı.

Kapı yavaşça açıldı, içeri orta yaşlı, güler yüzlü, hafif kilolu, yabancılar gibi görünen gerçek sarışın, leopar gözlükleri olan, crocs terlikli bir hemşire girdi. Güliz'e nasıl olduğunu ve buna benzer birkaç şey sordu. Güliz şoka girmiş ve sesleri neredeyse hiç duymuyor, tepki vermiyor sadece boş gözlerle bakıyordu. Hemşire birazdan geleceğini söyleyip çıktı. Güliz'in gözlerinden yavaşça yanaklarına doğru birkaç damla yaş süzüldü, yutkunamadı. Hafifçe başını pencereye doğru çevirdi ve perdesi yarı açık pencereden dışarıya doğru baktı. Işığa hiç tahammül edemeyen gözleri fal taşı gibi açık ve hiç kırpmadan dışarı doğru bakıyordu. Ağzı hafif aralık, yutkunamadan duruyor sadece sağ tarafındaki devasa pencereden bakıyor, göz yaşları yavaşça süzülmeye devam ediyor, yüzünde hiçbir mimik hiçbir hareketlilik olmuyordu.

O anda Güliz;

"Yeni bir gün. Her şeye yeniden başlamak için harika bir fırsat...
Babam hep böyle demez miydi anne? Babam borçları yüzünden ölmedi. Babam bu dünya yüzünden öldü anne. Babam bu dünyanın dayattığı çirkin para savaşlarına tahammül edemediği için sıktı kafasına..
Babamı anlıyorum anne. Bu dünya hiç güzel değil. Bu dünya senden canını istiyor. Paran varsa mükemmel, paran yoksa bir sinek bile değilsin onların gözlerinde. Senden sadece makine olmanı ve seri olarak üretmeni istiyor. Ve hep daha fazlasını. Sen ne kadar çabalarsan çabala sana asla sevgi, saygı, değer vermiyor. Sen sadece makinesin. Ve ben makine olmak istemiyorum anne.
Babam elinde avucunda kalan son kuruşuna kadar dağıtmadı mı aç ve açıkta olanlara, her şeyini vermedi mi onlara, canını bile vermedi mi? Sen nasıl babama kızar, küser, isyan edersin? Sen nasıl beni bu çirkin dünyada, minik bir civciv yavrusunu kurtların içine atar gibi atıp gidersin anne? NASIL? 
Babam kafasına sıktığı gün kırıldı sol kanadım. Uçamadım. Hep uçmaya çalıştım da yere, kafamın üstüne çakılıp kaldım. Şimdi sağ kanadımda kırıldı anne. Artık kanatları olmayan bir kuşum. Anka kuşu değilim ki küllerimden doğayım.
Her sabah uyandığımda pencereden bakıp, "Bugün yeni bir gün, her şeye yeniden başlamak için harika bir fırsat." diyemem. Artık ne yeni bir gün nede yeni bir fırsat kaldı elimde.
Kanatları olmayan yalnız bir kuş ne kadar yaşayabilir?
Ne kadar dayanabilir bu yeryüzüne? Keşke gökyüzünde yaşayabilseydim, sizinle...
Hep birlikte özgürce kanat çırptığımız o günleri düşünmek..
Canım yanıyor, alevler alıyor, parlıyor sonra, sonrası bir avuç kül.
Ben artık bir avuç külüm anne.
Bileklerini keserken kanatlarımı kırdığını, canımı söküp attığını, ciğerime hançer sapladığını, son umut ışığımı söndürdüğünü, ruhuma, bedenime, her yerime en ağır şekilde kast ettiğini bilmiyor muydun anne? 
Beni hiç sevmedin mi anne?
Bana baktığın zaman babamın iri yeşil gözlerini gördüğünü ve ağlayarak sinir krizleri geçirdiğini biliyorum. Ama benim suçum neydi anne? 
Ben bu dünyaya kendini insanlara yardıma adamış bir adamla, herkesin derdini yüreğinde yaşayan bir kadının yavrusu olarak geldim. 
Ne yapabilirim?
Yaşayabilir miyim?
Kafama bende bir kurşun sıkabilir miyim baba?
Yahut banyoya kendimi kitleyip kızım yan odada uyurken bileğime bir kesik atabilir miyim anne?

Özür dilerim anne. Özür dilerim baba.
Sizi affedemiyorum. Sizi anlıyorum ama affedemiyorum.
Çünkü bu dayanılmaz dünyaya beni getirip sonrada hiçbir şey olmamış gibi terk edemezsiniz.
Ben artık sabahları gözümü açamam. Ben artık pencerelerden bakamam. Ben artık banyolara giremem. Ben artık babamın kafasına sıkıp öldüğü masalarda yazamam. Ben artık yaşayamam."

Güliz akli dengesini kaybetmesi ve kendine zarar verme tehlikesinden dolayı Akıl ve Ruh Sağlığı Hastanesine yatırıldı. Henüz 19 yaşında genç bir kız için kaldırılması güçten öte durumundan dolayı kimse ona hasta gözü ile bakmadı. Fransa'da yaşayan teyzesi Güliz'i yanına almak istedi. Uzun bir süreçten sonra yalnız yaşayan teyzesi ile Güliz hayatlarına Fransa'nın en eski şehri olan Marsilya'da devam etmeye başladı.


Teyzesinin desteği ve babasının mirası üzerine Güliz, Grenoble Üniversitesinde Psikoloji eğitimi aldı. Üzerine 3 yıl master yapıp, çocuk-ergen-yetişkin psikolojisi üzerine uzman oldu. Bu onun için insanlara yardım edeceği bir yol ve kendi içinde bir yolculuk oldu. Anne ve babasının aksine daha güçlü bir insan, onların acılarını kendi dünyasında iyiliğe dönüştürebilen koca ve narin bir yürek sahibi, güzel kadın. Kısa bir süre Fransa'da çalıştıktan sonra gönüllü olarak savaş ve yokluk içerisinde yaşayan ülkelerde psikolojik destek vermek için yola çıktı...

Sahi Sevgi ile...

(P.S. : Aylar önce yazılmış, 2. öykümdür.)


"ÖIümün oIduğu bu dünyada hiçbir şey çok da ciddi değiIdir asIında."
*Franz Kafka

6 Nisan 2017

KADIN #3

Nisan 06, 2017

KADIN #3

Soğuk. Yalancı bir güneş parlıyor gökyüzünde. Rol yapan bir kadının samimiyeti kadar sıcak.. İnsanlar sokaklarda dolaşıyor belli gruplar halinde. Yalnız başına dolaşan biri yok. Yalnızlığı kabullenmek zor, onca kalabalık içinde tek başına dik durmak zor! Herkes kahkahalar eşliğinde muhabbetler ederken, onların suratlarına donuk bir ifadeyle anlamaya çalışır gibi bakmak, zor.

Bir tramvay sesi herkesin bakışlarını üzerine topluyor, kısa bir süre. Yalnız bir kadın bakışlarını ayırmıyor üzerine gelen tramvaydan. Ne yerinden kımıldıyor ne de kafasını çeviriyor. Üzerine gelen tramvaya sanki kendini bırakmak istermiş gibi, dimdik durarak, donuk bakışlarını bir an olsun kımıldatmadan, meydan okur gibi bakıyor. En sonunda bir güvenlik görevlisi çekiyor kadını kolundan. Kadın, dalgınlığına gelmiş gibi rol yapıyor ve teşekkür ediyor. Rastgele bir sokağa sapıp yürümeye başlıyor, kalabalıklar arasında kalan boşluklarda. İki eli cebinde, kafasında siyah bir bere, ağır ve küçük adımlar atıyor. Kimsenin gülümsemesiyle karşılaşmamak için başı hep yerde, yerdeki kirli kaldırım taşlarını incelemekte. Yoksa oda isterdi etrafına gülümsemesini takıp bakabilmeyi, oda isterdi insanların ona selam vermesini, belki “nasılsın?” demesini isterdi. Ama eskidendi. Artık hepsinin bir rol olduğunu ve insanların senden bir çıkarı yoksa yakınlaşmayacağını anlamıştı. Anlamak! Anlamak kadar yaralayıcı bir şey yoktu BU gezegende.

Bir parkta durdu kadın. Karşısına, köpekle konuşan bir kız çıktı. Kız bankta iki büklüm oturmuş, bu havada eldivenlerini çıkarmış, ayaklarının dibinde yatan köpeği seviyordu. Ne konuştuklarını duymak için biraz daha yakınlarına gitti. Kız öyle derin düşüncelere dalmıştı ki karşısında dimdik durup ona donuk suratıyla bakan kadını görmedi. Kadın şaşkınlık içerisinde onları izliyor ve duymaya çalışıyordu. İster istemez bir anda gözleri doldu kadının. Bu gördüğü tablo onca boş kalabalıktan daha değerliydi. Daha ne olduğunu bilmeden, gördükleri onun ruhuna dokunmuştu. İnce bir sızı, derin bir acı hissetti ve daha fazla dayanamayıp bakışlarını başka yöne çevirdi. Ağlamak istiyordu sadece. Ama sokak ortasında ağlarsa herkes ona bakar belki yanına gelirdi. İstediği en son şey de insanların bu sahte ilgileri idi. Dişlerini sıktı, gökyüzüne baktı ve derin bir nefes alıp tuttu gözyaşlarını. Gördüklerine aslında gördüğü şeyin hissettirdiklerine daha fazla dayanamayıp yoluna devam etti. Ama o tablo çıkmıyordu aklından. Köpekle konuşan kız, kim bilir neler yaşamıştı, konuşacak kimsenin kalmadığını anlamış ve kendine gerçek bir dost bulmuştu belki de. Bir insanın dostluğundan bin kat daha gerçek bir dostluk…

Yollar gittikçe insansızlaşıyor ve insansızlaştıkça genişliyordu. Kadın daha fazla kirli kaldırım görmeyeceği için rahatlıyor ve etrafına hatta gökyüzüne doğru özgürce bakabiliyordu. Yüksek binalar bu şehirde azdı. Belki de en çok sevdiği özelliği buydu bu şehrin. Binaların balkonsuz olması ne kadar canını sıksa da yapıların belli bir yükseklikten sonrasına çıkamamaları, bu şehri sevmesi için yeterli bir sebep olabilirdi…

Sahi Sevgi ile...

***

P.S. : Ekim 2016 tarihinde yazılmıştır.

"Anlamakla katlanmak arasında tükendim."  
Şükrü Erbaş

29 Mart 2017

İYİ Kİ DOĞDUN KRALİÇE!

Mart 29, 2017

İyi ki Doğdun Kraliçe!


29 Mart 1992 yılında kıvırcık saçlı bir bebek doğmuş, Ege bölgesinin en doğusunda, küçük bir kasabada. Anne ve babasının ilk göz ağrısı, kraliçesi. Gerçekten kraliçe koymuşlar adını. Neden bu ismi koyduklarını bilmiyorum ama adı gibi bir insan kendisi.

Kraliçe dünyaya geldiğinde tüm aile onu el üstünde tutmuş, tüm yaramazlığına rağmen çok tatlı bir bebekmiş. Küçük bir sitenin büyük müstakil bir evinde yaşıyorlarmış, yeşil çitleri olan kocaman bahçelerinde salıncakları bile varmış. Kraliçe 3 yaşlarına geldiğinde kendi gibi bir kız ile tanışmış. Adı Işık olan bu kız ile kısa zamanda dost olmuşlar ve her gün ama her gün uyanır uyanmaz birbirlerini eski kablolu telefonlar ile 4 haneli ev telefonlarından arayıp buluşuyorlar ve akşam saatlerine kadar oyunlar oynuyorlar, hayaller kuruyorlarmış.

Işık, o kadar yaramaz bir kızmış ki her seferinde naif arkadaşı Kraliçeyi ağlatmayı başarıyor ama ne yapıp edip barışıyormuş. Kraliçe hep yaşından olgun, aklı başında ve çalışkan bir kızmış ama gel gör ki Işık onun tam tersi nazlı mı nazlı, söz dinlemeyen ve haylaz bir çocukmuş. Tabi bunda Işığın evin küçük çocuğu olduğu için şımartılması Kraliçenin ise abla olmasından dolayı küçük yaşta edindiği sorumluluğu çok büyük bir etkenmiş. Evet, Kraliçe artık evin tek çocuğu olmaktan çıkıp ikinci plana atılmış ve küçük, minnoş bir kız kardeşi olmuş. Işık, bebeklere bayıldığı için Kraliçeyle olan dostuluğunu ikinci plana atıp onun küçük kız kardeşi Nesli ile oynamaya başlamış.

Kraliçe içten içe kıskanıyor hatta sinir oluyor bunu belli etse de Işığın kafası bir türlü durumu anlamaya yetmiyormuş. Zaman ile başka arkadaşları olmuş ve araları biraz açılmış. Ama yinede en eski dost onlarmış. Bir gün Işığın babası pembe bir bisiklet almış ve Kraliçe önde Işık ise onun arkasına oturmuş deli gibi bisikletle dolaşmaya başlamışlar. Bir anda Kraliçenin eli kolu dolaşmış ve yolun ortasında yere düşmüşler. Işığın ayağı kan içinde sızlanmaya başlamış. Bunu gören Kraliçe panik halinde "Cennet abla!" diye Işığın ablasına bağırmaya başlamış. Ama ne bir duyan ne bir gelen varmış. Işık, Kraliçenin bu halini görünce basmış kahkahayı. Kraliçe ayağı kanayan Işığın gülmesine önce şok olmuş sonra kendini yere atıp oda gülmeye başlamış. Böyle bir olayda bile gülmeyi ancak dost olanlar başarabilirmiş.

Sıcak bir yaz günü Kraliçenin babası bahçelerine bir havuz kurmuş. Bunu gören Işık, çılgın sarı mayosunu giydiği gibi soluğu Kraliçenin bahçesinde almış ve çılgınlar gibi yarım metre derinliğindeki bu havuzda akşama kadar eğlenmişler. Sitenin erkekleri ise bisikletleriyle bahçenin önünden her geçtiğinde Işık ve Kraliçe utanıp hemen çimenlerin üstüne yatıyor, sözde saklanıyorlarmış.

Zaman o kadar hızlı geçmiş ki artık Kraliçe farklı bir okula gidiyor ve Işıkla görüşmeleri çok zor oluyormuş. Sonra başka evlere taşınmışlar ve araları epey açılmış. Kraliçe her zamanki gibi olgun, aklı başında, çalışkan bir genç kız iken Işık ise çılgın, başına buyruk ve tembelmiş. Bu durum arkadaşlıklarında sorunlara sebep oluyor ve ister istemez başka arkadaşlar ediniyor, uzak kalıyorlarmış. Ama bir gün Kraliçe ve ailesi, Işıkların apartmanına taşınmış. Ve her şey bir anda değişmiş. Yine eski günlerdeki gibi görüşmeye hatta eski günlerdeki saçma oyunlar oynayıp, kimse ile yapamadıkları şeyleri birlikte yapmaya başlamışlar. Değişik kıyafetler giyip, saçma makyajlar yapıp, daha yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan kameralarla komik videolar çekmeye kadar değişik, eğlenceli şeyler. Aralarında her ne kadar sorunlar olsa da onlar 3 yaşından beri olduğu gibi birbirlerini hep affetmeyi başarmış. Daha doğrusu Kraliçe, her zamanki gibi Işığın saçmalıklarına göğüs germiş. Ne olursa olsun o benim arkadaşım deyip bağrına basmış. İkisininde huyları birbirininden çok farklı olmasına rağmen onlar farklılıkları ile birbirlerini sevmiş, sahiplenmiş, affetmiş.

Yıl 2017, aylardan Mart ve günlerden Kraliçe. Artık o küçük kız çocuğu değil, çılgın bir Mimar. Kıvırcık havalı saçları, her zamanki gibi kendine has, özgün, rahat stili ve tüm doğallığı ile kocaman bir kadın. Hemde başarılı, kendine güvenen, azimli, güler yüzlü, doğaya aşık 25 yaşında güzel bir kadın. Hala bunları yazdığıma inanamayan ben (Işık, ben oluyorum) Kraliçeyi 3 yaşından beri çok seviyorum. Ona kızdığım, küstüğüm, anlam veremediğim zamanlar oldu. Eminim onun bana daha çok olmuştur. Ama biz bir şekilde atlatmayı, bir arada kalmayı başardık. Çünkü biz birlikte büyüdük, birlikte değiştik, birlikte güldük, birlikte ağladık. Şimdi anlıyorum ki Kraliçeyle dost olmam kadar değerli bir şey yok! O benim ailem, kardeşim, ablam hatta çoğu zaman ablam.

Benim hayatımda en az ailem kadar yeri, değeri var. Ailemin bilmediklerini bilir, ailemizle yapamadıklarımızı yaparız. Bazen birbirimize aile olur koşarız. Her şeye rağmen severiz. Farklılıklarımıza saygı duyarız. Ortak bir noktada buluşup çılgınlar gibi eğleniriz. Sonra saatlerce nefes almadan dertleşir, ağlarız. İyi ki dostuz.

İyi ki doğdun Kraliçe! Seni çok seviyorum. İyi ki dünyama senin gibi bir dost geldi. Yaşadığımız her şeyin bir değeri, bir anlamı var. Umarım hayatın doğa ile iç içe, çılgın tasarımlarla baş başa, sevdiklerinle yan yana, gülen yüzün ile daima, sevgi ve sağlık ile sürüp gider.

Nazlı dostun Işık, seni çok seviyor.
Sevgi ile...

* Çocukluğumuzun olmazsa olmazı şirinler şarkıları ile kutlanan doğum günlerimiz anısına...

1 Şubat 2017

DİLAVER'E VEDA

Şubat 01, 2017

DİLAVER’E VEDA

Son kez arkasını dönüp baktı kadın. O görmedi bile bakışlarını. O kadar kızgın bir hali vardı ki, o kadar “Git.” diyordu ki davranışları ile, son kez bakacağını bilmeden bakmadı. O gece...

Aylar, yıllar gibi geçmişti. Günler birbirinin aynısı ve sıradandı. Artık takvimlerden bihaber yaşıyordu. İş aramayı bırakmış, yazılara küsmüş, kelimeleri rastgele seçen biri olmuştu kadın. Bu depresyon değil başka bir şeydi. Bu tüm haritasını saran bir büyük sancı. Nedenini bilmediği bir alevle sarmalanmıştı her şey. Her şey siyah, her şey beyaz.. Gün, ya gece ya gündüz.. Arası bir yaşam göremiyordu.

Dilaver’i düşündü. Gece karası üstünde olduğu bir vakitti. Tüm ışıklar sönmüş, tüm insanlık uykudaydı. O, Dilaver’i düşündü. İlk olarak aklına çatık kaşları geldi, güçlü kolları vardı ve uzun bir boyu, sarhoş eden bir kokusu, kaba görünüşü aksine ince, düşünceli bir adamdı, küçük bir çocuk gibi heyecanla hayat hikâyeleri anlatırdı, sonra yorgun bir yüzü vardı ve en çok insanın içini yakan gülümsemesi ile ışıldayan derin gözleri.

Bir anda hayatına neşeyle giren ve bir anda hayatından duman olup giden adam; Dilaver... Bu kadar kısa bir zaman diliminde bu denli yoğun bir duygu yaşamak nasıl mümkün olabilirdi? Artık hayatımızdaki her şey hızlı olduğu için miydi? Yahut artık sevgi denen mucizevi duygu yok muydu?

Dilaver yoğun bir iş hayatı olan, ağır sağlık sorunlarıyla mücadele eden, yolun yarısına gelmiş, yalnız bir adamdı. Ona hayatında eşlik eden, yolunu gözleyen ve onu her gün bekleyen sadece yaşlı köpeği vardı. Artık hayatın ne kadar kısa olduğunu anlamış ve mutlu olmaktan yahut mutlu etmekten başka bir isteği kalmamıştı. Kadın, o geceden sonra bu büyük sancının esiri altında yaşamak için çırpınmakta, Dilaver ise bambaşka bir diyarda idi. Her şey o gece bir anda zamanın acımasız hızına yetişemeden yaşanmıştı.

İnsanın hayatı bir gece içinde alt üst olabiliyordu. Bazen saatler bazen dakikalar içinde. Hayat, her an her şeyin olabildiği bir olguydu. Ve en yaralayıcı olanı ise herkesin her şeyi yapabilme ihtimalini gözetmek idi.

O gece yaşanan şey bir daha geri dönüşü olmayan bir yol gibi acımasızdı. Kadın tüm atomlarına kadar parçalanmış, tüm gözyaşlarını dökmüş, tüm ağıtlarını yakmıştı. Bir daha seveceğine olan tüm inancını yitirmiş ve yalnızlaşmıştı.

O gecenin üzerinden geçen aylar sonunda sanki hiçbir şey değişmemiş gibi görünse de aslında içinde filizlenen bir kıvılcım vardı. İnsan belli bir süre yas tutmalıydı, karalar bağlamalı ve gözyaşları tükeninceye kadar ağlamalıydı. Ya sonra? Sonra insan kendi hayatına kıymamalıydı. Bir kez verilen şeyin değerini bilmek böyle olmazdı. Hayatında halen sevdikleri vardı ve mutlak suretle olacaktı.

   Kadın, Dilaver’e asla gönderemeyeceği, istese bile yapamayacağı uzun bir mektup yazdı. İçinden geçen her duyguyu, acıyı, neşeyi, kısa ve güzel an ve anıları cümlelerle kâğıda işledi. Gözyaşları karıştı mürekkebe. Ama kâğıda döktüğü her sözcükte rahatladı. Omuzlarında yük olup taşıdığı duygular bir bir mürekkep olup kâğıda damladı.

Kadın gözyaşlarını yavaşça elleriyle sildi, ıslak yanaklarına yapışan saçlarını topladı, mürekkep olan parmakları ile kalemi son kez eline aldı ve mektubun son cümlesini yazdı.
“Elveda Dilaver…”

Sevgiyle…

P.S ( Yazdığım ilk öyküdür. )
"Bu yüreğe bu kadar acı fazla dersin bazen kendine. Ama hata bizde. Küçücük bir yürekle kocaman sevmek ne haddimize!"
Edip CANSEVER 

22 Ocak 2017

KARAR VERDİM

Ocak 22, 2017

KARAR VERDİM

Karar vermek; sanki hayatını başlatmak ya da bitirmek. Bazı kararlar devrim gibi. Bazı kararlar sindirimi güçten öte. Karalar bağlamak. Karara varamamak. Arada sıkışıp kalmak! Kalmak mı yoksa? Yoksa ne? Bunun cevabı henüz yok. Bunun kararı henüz yok. “Al canımı da kurtulayım.” değil. “Basıp gideyim artık yeter bu kadar!” değil. Kararım; pes etmek yahut kaçmak değil. Direnmek.

“Sonuna kadar.” deriz hep. Sonunu biliyormuş gibi. Bir şey bildiğimiz yok oysaki. Hiçbir şey bilmiyoruz aksine. Sonu olan değerli bir şey varsa o da can. Canın sonu geldi mi ağlamak, kaçmak, basıp gitmek, pes etmek gibi seçeneklerin olmuyor. Seçenek olmuyor. Yalnız tek yol; teslimiyet. 
Hayatında son bir kare görerek gitmek… Dolu ya da boş bir kare, kim bilir… İşte bunun kararı elinde değil. Ne karar verirsen ver bir gün kapını çalacak bir ölüm var peşinde, hatta yakanda. Sana gölgenden bile yakın bir şey var.

Kafam yine dolu… Taşmasından korktuğum bir doluluk bu. Taşıp bazı kuralları aşmasından korktuğum. Bazı yanlış kararlara sürükleyecek bir doluluk. Süründürecek bir doluluk. Dolu olmak her zaman iyi değildir. Özellikle bu kafanın içiyse hiç değildir. Tüm bedenine yansır. Tüm duygularına karışır. Tüm mimiklerine işler. Gülümsemen bile değişir. Hatta sen bile değişirsin. Bu yüzden meditasyon var sanırım. Bu yüzden arınma diyorlar. Kafan ne kadar düzenli ve ferah ise o kadar pozitif oluyorsun. Gülümsemen bile gülümseme oluyor.

Bekliyorum. Ama kim söyledi benim masum olduğumu. Ben daha çok derin kuyuların dibiyim. Hatta görünen yüzün aksine bir yüzüm. Ne ak ne kara griyim ben. Anlaşılan ama asla anlaşılmayanı taşıyan... 

Ben sizden biri gibiyim. Ben sizden biri gibi olmayı hiç sevmedim. Sizi sevmedim ben. Siz kukla gibi oynatılmayı severken ben kuklalarla oynamayı sevdim. Tüm tapınaklarınıza iğrenerek bakıyorum. Tüm putlarınızın üzerine bir gak emojisi yerleştirdim. Hepiniz oyunbozan iken ben kendimi feda ettim. Hepiniz bir şey anlamıyorken sizi teselli ettim. Ben hiç sizden biri olmadım. Hep rolleri değiştim. Ben bazen omuzdum sadece. Ben bazen put idim. Ben bazen sadece "Susan, üzgün kız." idim. Ben bazen yabancıydım. Bazen sadece arkadaş rolüne girdim. Bazen sevgili oldum. Hepsi bu oyunun bir parçasıydı. Hepsi size uyum sağlamanın bir dramı idi. Bitti!

Ben artık aranızda yokum. Ben artık kabuğunda yaşayan bir kaplumbağayım. Yavaşladım. Yalnızlaştım. Sustum. Uzaklaştım. Ben buyum. Sizde bundan başka her şeysiniz. Artık sesiniz bana ulaşmıyor. Artık sıkılmıyorum. Artık rol yapmıyorum. Artık kendimi duyabiliyorum. Artık arınabiliyorum. Artık yaşıyorum. Sonunda bir yol olduğunu ve tek başıma yürüyebildiğimi görebiliyorum. Sizin bazen taş bazen diken bazen çiçek bazen gölgesi olan bir ağaç olduğunuzu ayırt edebiliyorum. Karar verdim; yaşıyorum…

Sevgiyle...

P.S. (Nisan 2016 yılına ait düzenlenmiş bir yazımdır.)


"Hangi çiçek, diğerini “sarı açtı” diye ayıplar?
Hangi kuş, “farklı ötünce” diğerine yasak koyar?
Derisinden, dilinden ötürü öldürülüyor insanlar.
Ah insanlar! Her şeyi bulup kendini bulamayanlar…"
Charles Bukowski

16 Kasım 2016

ÇİÇEKLER

Kasım 16, 2016

ÇİÇEKLER*

Bir film, bir kitap, bir dergi, bir defter, bir kalem iyi gelebilirdi. Zengin kılabilirdi beni. Öyle hissederdim. Yeni bir kitap, yeni bir kıyafete (kılığa) bedeldi. Yeni bir defter heyecanlandırabilirdi yazan, yazmayı seveni. Sokaklarda olmaktansa balkonumda kalmayı tercih ederdim. En sevdiğim müzikleri dinleyerek, yazmayı ya da merakla açıp okuduğum kitapları okumayı. Onca binaya inat karşımda duran kiraz ağacına bakmayı severdim. Ya da annemin çiçeklerine kırmızısına, pembesine, beyaz gülüne bakıp dalıp gitmeyi, saatlerce düşünmeyi. Sadece bir çiçek değildiler. Onlar benim manzaramdı. Bazen dert ortağım, esin kaynağım bile olurlardı. En usta ressamın canlı tablolarıydı. Her gün, her seferinde aynı çiçekleri incelemekten, seyretmekten, sevmekten ve koklamaktan alıkoyamazdım kendimi. Çiçeksiz balkonlar ne kadar boş gelirdi. Eksiktiler, yalnızdılar sanki. Balkonun balkon olabilmesi bir çiçekle sağlanırdı kendimce. Böyle yer edinmişti zihnime. Çiçekler...

Bir çiçeğe bile bakmak, az veya çok sabır isterdi. Özen gerektirirdi. Sevgi isterdi. Sevmeyi bilmeyenlerin bir çiçeği olamazdı bence, olmamalıydı. Sevgi barındıramayanların. Ya da olurdu ve ölürdü. Benim de üniversitenin ilk yıllarında bir çiçeğim vardı. Mor bir sümbül. Lakin bende o sabır ve sevgi yoktu sanırım, yarım yıl sonra ölmüştü çiçeğim. Ya da sevmemişti beni, yerini, suyunu. 

Annem çiçekleri çocukları gibi severdi. "Benim hiç çocuğum olmadığı için miydi?" diye düşünmüştüm. Sonraları kendime “Ben bir çiçeğe bile bakamam.” dediğimi hatırlıyorum. Oysa çiçeklerim olsun isterdim rengarenk, çeşit çeşit. Ama önce bir balkona yahut bahçeye sahip olmalıydım kendimce. Bir balkonum, bahçem olursa orayı çiçeklerle donatacağıma dair bir söz bile verdim kendime. Lakin sırf güzel gözüksün değil amacım. Çocuk sahibi olur gibi, evlat edinir gibi edinmek niyetindeyim. Çiçekleri gösteriş amaçlı kullanan onca insana inat. Onlar canlı bir sanat eseri. Ve öldürülüp satılması kadar yaralayıcı bir şey olamaz, olmamalı. Umarım çiçeklerin katledilip satılmadığı bir dünya var olur. Umarım..


Ve bir gün her renkten, her ırktan çocuğum olacak bahçemde, balkonumda. Zenginim diyeceğim. Çünkü bahçemde soyut somut bir sürü şey edindim. Çiçekler içindeyim. Artık zenginim anne…

Sevgiyle...

P.S.* (Birkaç yıl önce yazılmış bir yazımdır.)


"Boynumda elmas yerine, masamda çiçek olsun isterim."
Emma Goldman

11 Kasım 2016

KONUK YAZAR | ŞEYMA

Kasım 11, 2016

NEYE NİYET ?

Hani meşhur bir anlatı vardır:
Kızgın bir çölün ortasında bir kuyu vardır. Bir gün yolcunun biri buradan geçerken susayıp atından iner, derken atı başıboş kalmasın diye hemen yere bir kazık çakar ve atını bağlar, suyunu içip gideceği sırada ise "Benim gibi atını bağlayan olur belki, kolaylık olsun." diyerek kazığı bırakır ve yoluna devam eder. Derken yine bir yolcu susayıp kuyuya yöneldiği sırada kazığa takılır ve yere kapaklanır. "Benim gibi düşen biri olur belki, zorluk çıkarmasın." diyerek kazığı söker ve gider.

Şimdi, ne ilk yolcuyu, aslında yaptığı işin bir sonraki yolcu için kolaylık olmadığına; ne de ikinci yolcuyu, yaptığı işin bir başkasına zorluk çıkarmadığına ikna etmemize gerek var. Peki ama nasıl olur da ortada birbirine taban tabana zıt iki fiil varken netice aynı noktada buluşabilir? İyi niyet. İşte belki de şu dünyada olup bitenin kısa bir özeti; başkasına göre senin yaptığının zıttı iyilik olup, senin yaptığın ise kötülük gibi görününce kendi iyiliğinden vazgeçen, hatta bir yerden sonra belki de yanlış değerlendirilmenin verdiği hırçınlık duygusuyla başkasına göre iyilik olan bir şeyden bile vazgeçen, haksızlığa uğramış, içindeki iyilik yapma duygusunu kış uykusuna yatırmış insan hikayeleridir.

Oysa, bir başkasına göre yaşamak nasıl bir kaostur! Kime göre? Hangi kültürde büyümüş olana, eğitim geçmişi nasıl olana, yaşı ne kadar olgun olana göre? Sonsuz bir kombinasyon. Ve hatta bunların her biri sürekli değişim ve deveran içindeyken! Daha dün sevdiğini bugün sevmez, dün evet dediğine bugün hayır derken? İnsan bünyesi bu çeşitliliğe uyum sağlayabilir mi? Böyle mutlu olabilir mi? -E göreler, -a göreler bitmez. Belki de sahip olunan karakterin diğerleri tarafından kolayca kavranamayacağı nitelikte bir iyilik anlayışı vardır.  KİM bilir?
...
"Benim öncelikle iyi niyetli insanlara ihtiyacım var. İşi bilmeyene iş öğretebilirim ama iyi niyetli olmayanın niyetini değiştiremem."
Hakan Mengüç

27 Ekim 2016

LABİRENT

Ekim 27, 2016

LABİRENT

Yalnız. 
Herkes uzak. Her yer uzak. Her şey uzak. 

Yaşam alanını belirlediği çemberin çapı, herkese, her yere ve her şeye o kadar uzak ki. Hayal etmekte zorlandığımız sonsuzluğun içinde tek başına sanki. 

Labirent gibi soyut duvarlarla çevrili bir sarmalın ortasında. Yalnız. Biri, başlangıç noktasına geliyor. Ona, somut olarak o kadar yakınken soyut olarak ne kadar uzak olduğunu şaşkınlık içerisinde fark ediyor. Devasa duvarlarını keşfetmeye başlıyor. Korkuyla labirente ilk adımını atıyor. Merak ve heyecan içerisinde ilerliyor. Bir bulmaca gibi çözmeye çalışıyor. Adımları çekingen. Korkuyor. Soğuk duvarların arasında dolaştıkça kaybolmaktan korkuyor. Her yolu deniyor ve artık labirentin kalbine yaklaştığını hissediyor. Tam merkeze ulaştığını sandığı sırada en başa döndüğünü anlıyor. Zaman yine acımasızca ilerliyor. Her seferinde merkeze teğet geçiyor. Bir türlü labirentin kalbine dokunamıyor. Adımları artık koşar gibi, kaçar gibi hızlanıyor. Bir süre sonra merak, yerini umutsuzluğa, heyecan ise huzursuzluğa bırakıyor. Labirentten çıkmak istiyor. Kendine itiraf edemese de aslında kaçmak istiyor. Çıktığında ise labirentin kapıları aynı kişiye bir daha açılmamak üzere kapanıyor. Ama o bunu henüz bilmiyor.

İlk başlarda labirentin karmaşıklığından kurtulduğuna seviniyor. Derin bir nefes alıp rahatlıyor. Sonra etrafına bakıyor. Böyle devasa bir labirent göremiyor, sıkılıyor. İnsanların sıradanlığından sıkılıyor. İnsanların basit oyunlarından. Keşfedecek bir şey bulamayışından, kafa yoracak bir kaç cümle dahi duyamayışından. Sıkıldıkça anlıyor. Onu o labirent gibi etkisi altına alan, düşündüren, yaşamına anlam katmaya başlayan, her adımda yaklaştığını hissedip heyecanlandıran, merakla ve keşfetme arzusuyla ilerlemesini sağlayan bir şey olmadığını anlıyor. Ve anlamak, insanı derinden yaralıyor.

Bir gün labirente geri dönmek istiyor. Geri dönmek için her yolu deniyor. Hatta labirentin duvarlarını yıkmaya bile yelteniyor. Ama labirent kapılarını aynı kişiye bir daha asla açmıyor. Acı içinde düşünmeye başlıyor. "Ben nerede hata yaptım?" diyor kendi kendine. "Her yolu denedim, elimden gelen her şeyi yaptım. Ben nerede hata yaptım?" diye ağlamaya başlıyor. Bir anda (sözde) kafasına elma düşen Newton gibi, aydınlanma yaşıyor.

O, labirenti sadece bir bulmaca, bir oyun olarak görmüştü. Aslında labirent bir ruha ait, soyut duvarlardan örülmüş ve merkezinde kalp olan bir insandı. En önemli şeyi yani onun bir insan olduğunu ve bir kalbi olduğunu unutmuştu. Ona sadece bir oyun, bir bilmece ve bir keşif olarak yaklaşmıştı. Anahtar, sevgiydi. Sadece o duvarları aşmak ve başarıya ulaşmak değildi. O duvarları dinlemesi, sarılması yani sevmesi yeterliydi. O, duvarları baltalamaya çalışmıştı. O, duvarları aşıp ardında bırakmaya, yok saymaya çalışmıştı. Ama o duvarlar yaralı bir kalbin kalkanı idi. Her darbede bir duvar örmüş, her ördüğü duvarda daha da uzaklaşmıştı. Herkesten. Her şeyden. Ve her yerden. Uzaktı.

Yalnız.
...


Ne gariptir ki toplum olarak aklı yavaş olana değil de ayağı yavaş olana; yüreği kör olana değil de gözü kör olana acırız...
*Halil Cibran

Ziyaret ettiğiniz için;

Teşekkür ederim.